kurşun kalem
Dilek BARIŞ
dilekbaris@web.de
BEN NE İLK’İM, NE DE SON !!
Bu satırları yazıyorum ama bir yandan da diyorum ki kendi kendime: “Kızım Dilek, bunları yazan ne ilk kişi sensin, ne de son kişi sen olacaksın. Değişen bir şey olmayacak yani…”
Şimdi diyecekseniz ki niye yazıyorsun o zaman? Ne yapayım yani, kemirsin dursun mu içimi? Ben de böyle rahatlayacağım işte. Dikkate değer bulsanız da bulmasanız da yazacağım hissettiklerimi.
Geçtiğimiz günlerde, bizim en kaliteli müzik yapan koromuz olan (aksini iddia eden varsa sabaha kadar çarpışırım) Alp Ataç yönetimindeki NRW Türk Müziği Korosu’nun Duisburg Theater am Marientor’daki konserini izlemeye gittim. Alp Hoca ile aynı gazetede çalışıyoruz ama henüz tanışmak nasip olmadı. Lâkin ben çalışmalarını uzun zamandır takipteyim ve takdir etmekteyim. Neyse, biz konsere devam edelim…
En başta, salon muhteşem… Kapıda izleyicilere ücretsiz dağıtılan program dergisi belli ki son derece özenilerek hazırlanmış… Konserde önce Kanal Avrupa’nın “Sulu Sunucusu Hüseyin Ferit Özkan” selâmlıyor bizleri. Ardından da kendi hazırladığı belgeseli izliyoruz. Böylece Hüseyin’in gerçek işine de (yönetmenlik) tanık oluyoruz. Ellerine sağlık…
Sonra Türkiye’nin Türk Müziği alanındaki ilk profesörü olarak lanse edilen Ege Üniversitesi Devlet Türk Musıkîsi Konservatuarı Müdürü Hakan Cevher Hoca, “Arabesk nedir? Orhan Gencebay’ın Türk Müziği’ndeki yeri neresidir?” konulu kısa ama son derece yararlı bir konuşma yapıyor. Ağzına sağlık…
Ve koro sahneye geliyor… Yaklaşık 40 kişiler… Türkiye’den gelen konuk saz sanatçıları ve Almanya’dan katılan müzisyenleri de sayarsanız 60 kişi sahnede... Derken ney taksimi başlıyor ve başka bir dünyaya doğru yol almaya başlıyoruz. İlk eserden sonra, -benim gibi, bu konserin içeriği acaba ne olacak, civciv mi çıkacak, kuş mu çıkacak diye meraklananlar da dâhil olmak üzere- büyük bir alkış tufanı kopuyor salonda. Daha ilk şarkıdan sonra, “Ben bu esere arabesk diyenin….” havasına girmiş vaziyetteyiz. Bu arada sahnedeki dev perdeden şarkıların sözlerinin akması da geceye ayrı bir güzellik katmakta…
Sazlar, koro, solistler ve şef muhteşem bir uyum ve disiplin içerisindeler… Alp Bey 3. şarkıdan sonra hoş geldiniz konuşmasını yaparken duyulan harici bir ses tüm salonun tüylerinin diken diken olmasına vesile oluyor: Orhan Gencebay canlı telefon bağlantısı ile hatta…
Gencebay tüm içtenliği ile, “Alp beni gerçekten ihya ettiniz, büyük bir gurur yaşattınız bana bu gece” diyor, herkesi selâmlıyor ve emeği geçen herkese teşekkür ediyor… Konser koro ve solo şarkılarla devam ediyor...
Konserin arasında nabız yoklamadayım… Herkesin dilinde “Olmaz böyle bir şey, olamaz…” türünde şaşkınlık dolu hayranlık ifadeleri hâkim.
Derken 2. Bölüm… Ve hiç bitmesin dediğimiz gecenin sonu illâki geliyor… Verdiğimiz giriş ücretini sonuna kadar helâl edip, dilimizde bin bir yara ile evin yolunu tutuyoruz. Emeği geçenlerin yüreklerine sağlık...
Eve vardığımda hâlâ gecenin şokundayım. Konserde karşılaştığım birkaç arkadaşımı gecenin bir vakti telefonla rahatsız ediyorum… Yaşadığımız gecenin hayal olup olmadığı konusunda birbirimize sanal çimdikler atıyoruz…
Ertesi gün ilk işim konserin perde arkasını araştırmak oldu. Koro, Essen Başkonsolosluğu’nun himayesinden Munis Dirik Bey tarafından zorla çıkarıldıktan sonra, bir gurur ve var olma savaşı içerisine girmiş. Munis Bey’e ne kadar teşekkür etsek gerçekten azdır. Sayesinde Koro öyle bir hırslanmış ki, bu güne değin bir Allah’ın kulunun cesaret edemediği bir projeyle rüştünü cümle âleme ispat etmiş oldu. Ne yazık ki, bugün bu koronun aldığı takdirlere Munis Bey değil, koronun kurucusu, bir önceki Başkonsolos Ahmet Akarçay ortak oluyor. Yazık, keşke Munis Bey kimin diktiğine bakmaksızın, dikilen bu fidana bir tasçık da olsa su dökebilseydi!
Bu arada merak edenlere hemen söyleyelim: Konserde devlet protokolünden bir Allah’ın kulu yoktu. Alp Hoca’ya sormuşlar neden kimse yoktu diye. Cevap enteresan, tabii anlayana: “Burası bizim gönül bölgemizde. Kendisini bu bölgeye ait hissetmeyenler burada değil. Kaldı ki en değerli protokol oradaydı: Eşim, annem, ailem, Ahmet ve Ömer’in (Bektaş) annesi, ablası, Perküsyon Fethi’nin (Ak) sülalesi… Daha kim olsun ki?” İlâhi Alp Hoca, fırsatını bulunca golü atıvermişsin yine…
Gelelim gecenin en üzücü tarafına. Sizlere bahsettiğim gibi, projeye yakışan bir gece olması için en küçük ayrıntıya bile dikkat edilmiş. Salon 1500 kişilik, gelgelelim salonda 600 kişi var yok… Yazık değil mi? Bunca emek, bunca zahmet… Belki de zarar ettiler… Ama bence en büyük zararı kim yaptı biliyor musunuz? Bu muhteşem geceye şahit olamayanlar… Şayet bu geceden zarar edildiyse yazık, gerçekten çok yazık..!
Böyle bir projeyle tarihe imza atmak üzere yol almış, sizin içinizden çıkan o gurbetçi kardeşlerini yalnız bırakanlar! Biliyorum ve eminim, konserin yankılarını duydunuz ve bin pişmansınız gitmediğiniz için… Ama iş işten geçti. Bilmem, bu koro size güvenip bir daha yola çıkar mı?
Son olarak, önemli bir konu daha var. Ben duyunca oldukça duygulandım: Şayet bu konserden kâr elde edilseymiş, gelir, Enstitü’nün eğitim faaliyetlerini devam ettirebilmesi için çektiği yer sıkıntısına harcanacakmış. Kimsenin elini ayağını öpmeye gerek kalmadan, kendilerine uygun bir yer bulup, kiralayacaklarmış. Ama olmadı, olamadı… Bunda ilgisiz yetkililerin suçu olduğu kadar onları o gece öksüz bırakan sizlerin de suçu var bilesiniz.
Artık karar verme vakti: Ya konser salonlarını doldurarak, bu faaliyetlere destek verip yaşatacağız, ya da birilerinin sabrı taşacak, “Hadi ya, bizden enayisi mi yok” deyip ellerini ayaklarını çekecekler. Meydan kimlere kalacak o zaman? Kimlerin ekmeğine yağ sürülecek? Düğün salonlarında, içkili gazinolarda yaşatırız işte o zaman müziğimizi, sanatımızı, kültürümüzü...!
KENDİNİZE GELİN ARTIK..! SİZCE BİZE HANGİSİ YAKIŞIYOR..?
Dilek BARIŞ (NRW HABER Gazetesi Köşe Yazarı)